11 Temmuz 2009 Cumartesi

ÇARDAK ve TERAS

Gökyüzü bulutsuz, sakin ve mavi,
Güneşin neredeyse mesai bitim vakti...

Altın rengi üzümler sarkan bir çardagın altında,
Kesme Emecik taşından, yeni yıkanmış, ıslak bir terasta....

Çardağın altında sedir ağacından ağır ahsap bir masa,
Masanın üzerinde üstü beyaz dandel örtülü bir sürahi,
Sürahinin içinde buzlu limonata,
Limonatanın içinde ortadan kesilmiş limon taneleri,
İki de düz uzun desensiz bardak var yanında...

Masanın iki yanında birer sandalye,
Sandalyenin birinde ben, Hülya da öbüründe...

Karşıda Anadolu‘ya parmak ucuyla tutunmuş Triopia,
Eğe‘nin koyu maviligi solumuzda,
Gökyüzünün bulutsuz maviliğiyle birleSmiş Akdeniz de sağda...

Yazdan sararmaya baslayan yaprakları,
Dallarında kabukları çatlamış bademleri,
Solumuzdan terasi saran serin gölgesi ,
Bahçenin en yaşlı, belki de ikiyüzyıllık gövdesi,

Bizim aklımızdaysa sadece bu akşam ne yiyelim telaşı...



Gökhan Özkan
11 Temmuz 2009 Nürnberg

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Sto Galata Tha Pyo Krasi, Sto Pera Tha Methiso*

Dedelerimiz aynı sokaklarda top koşturdu dedeleriyle,
babalarımız da babalarıyla.
Ninelerimiz aynı kanaviçeyi işledi nineleriyle,
annelerimiz de anneleriyle...

Evlerimiz duvar duvaraydı, bahçelerimiz yan yana,
dinimiz, dilimiz biraz farklıydı ama,
geleneklerimiz, kültürümüz çok yakındı...

Aynı masayı donatırdı yemeklerimiz.
Ayni Çilingir sofrasındaydi rakımız, uzomuz ve mezelerimiz...

Ayni şarkılarını söyler, aynı çiftetelliyi,
aynı Ege zeybeğini oynardık.
Aynı şeylere gücenir, iç çeker,
aynı şeyleri dert eder, efkarlanırdık...

Fıkralarımız da aynıydı, kahkahalarımız da.
Küfürlerimiz de, naralarımız da...

“Kordon“u, "körfez"i, "manav"ı, "marul"u dilimize aldık,
"keyif"i, "mangal"ı, "misafir"i, "musakka"yı verdik dillerine...

Aynı topraklara basardı ayaklarımız, aynı havayı solurdu ciğerlerimiz.
Edirne'de, İstanbul'da, Kastamonu'da, Muğla'da, Nevşehir'de,
hatta benim küçük cennetim Datça'da...

Bir zamanlar Rumlar yaşardı burada...

Alparslan, Anadolu'ya geldiginde buradaydılar,
Fatih, İstanbul'u aldığında da.

Yıllar sonra, vatan kurtulduğunda,!
Düşman denize döküldüğünde!
İki milyondu sayıları;
Beş Anadolu'ludan biri Rum'du.
Komşumuz Maria,
meyhanecimiz Yorgo,
bayramlarda babamızdan sonra elini öptüğümüz Dimitri Amca...

Çoktular...

Kurtulan vatanda çıbandılar,
Artık bu bahçede dikendiler, ayrıktılar,
denize dökülen düşmana dosttular...

Oysa,

Atatürk'ün,
"57. Alay eğer süngü takıp düşmanı göğüslemeseydi, şimdi bu vatanın semalarında başka bayrak dalgalanıyor olacaktı..."
diye gururlandığı 57. Alayda,
ve Anadolu'nun birçok cephesinde askerdiler,
Dimitriyoti Amca (1) gibi yüzlercesi, binlercesi,
Çanakkale’de, Yemen’de, Trablusgarp’ta, Polatlı’da, Haymana’da, İzmir’de can verdiler...

Ama artık çoktular...
Göze batan boynuzdular...

Cumhuriyet sevincinin arifesinde,
Mübadele (2) dediler ilk göçün ismine,
altlarındaki halıyı çekercesine, ayakları altından kaydı vatanları.
Bir gecenin sabahında uyanıp baktıklarında, yersiz yurtsuzdu ayakları.
Bir elinde çocukları, bir elinde bavulları, yakında geri döneriz umutları,
Etlerinde, kanlarında, canlarında ve gönüllerinde Anadolu‘nun izleri,
Bindirildikler gemilerden, trenlerden salladıkları mendilleri,
ve yurt topragına bıraktıkları son göz yaşları...

Aralarında hiç Rumca bilmeyen Karaman Türkleri de vardı.
Tek suçları Müslüman değil, Hıristiyan olmaktı.
Onlar da ikiyüzbin kadardı...

Azaldılar...
Ama hala çoktular...

Tam bitti derken,
Varlık Vergisi'yle (3) büküldü belleri.
İflas eden, korkan binlercesi terk etti doğdukları yerleri...

Biraz daha azaldılar...
Yine de çoktular...

Sonra, evleri işleri yağmalandı alti – yedi Eylül (4) gecesi.,
kiliselerinin çanlari indirildi,
Kadınlarının namusu kirletildi.
Korku ve şiddet binlercesini daha bezdirdi.
Onlar da bıraktı dedelerine dedelerinden kalan evleri...

İyice azaldılar...
Ama yine de çoktular...

Yıllar sonra „Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır“ (5) gazı pompalandı,
Bu sefer de İnönü’nün Tosunları sokaklara daldı,
Bir gün içinde burayı terk edin denildi.
Banka hesapları donduruldu,
yanlarına sadece yirmi kilo yük ve iki yüz lira almaları uygun bulundu.
Onlar da gemilere, trenlere dolduruldu...

Azaldılar...
Fakat hala çoktular...

On yıl sonra, yine Kıbrıs bahanesi (6) sürüldü ortaya.
hainlikle, ajanlıklik ve ihanetle suçlandılar, horlandılar, dışlandılar,
kırılan gururlarıyla terk ettiler Ege'nin bu yakasını...

Yeni vatan memleket değildi,
acıydı, hasretti, bunalımdı, intihardı.
Göçtükleri yerlerde, doğdukları yerlerin hasreti sardı.
Denizin o kıyısından bu kıyısına bakıp,
içmek, efkarlanmak, şarkı söylemek vardı...

Siz hiç Rembetiko dinlediniz mi?

Türkiye’de,
"Yunan dölü",
Yunanistan’da
"Türk tohumu" ydular...

Kaderleri, doğup büyüdükleri topraklarda,
memleket bildikleri yurtta,
ecnebi olmak,
azınlık olmak,
ya da her zaman diken üstünde oturmak,
yabancısı oldukları suyun ötesine sürülmekti...

Onlardan arda kalan,
içinde sessizliğin dolaştığı yıkıntı sokaklar,
taşları parçalanmış mezarlıklar,
döküntü kiliseleriyle terk edilmiş köylerdi.
Vasili'siz Anadolu,
Maria’siz adalar,
Fanis'siz Beyoğlu,
Fiko'suz Galata'ydı...

Onlardan sadece,
"en büyük gizli tehlike" oldukları söylenler,
"İstanbul'u yine Konstantinopolis yapacaklar" denilenler,
"Fener ve Balat'a Ortodoks Vatikan'i kuracaklar" diye manset edilenler,
Bayramları, ayinleri olaylı geçen,
Haliç'in dibine atılan haçı çıkarırken protesto edilen yalnızca bir avuc kaldı...

Azaldılar...
İyice azaldılar...

Artık,
Bin, ikibin kişi kaldılar,
Çoğu huzur evlerinde yaşayan,
Fener ve Balat'ın ölümü bekleyen ihtiyarıydı onlar,
bu toprakların çamuruyla yogurulmuş gelin bulamayan damatlar,
damat bulamayan gelinler...
Zamanın geçmesini bekleyen Anadolu’nun son Rumlar....

Gökhan Özkan
Nürnberg 2002 Mayis
Yeni düzenleme 2009 Mayis



*Sto Galata tha krasi, sto Pera tha methiso
Ke mesasto Yedikule, kopela tha gapiso
Ehe ya Panaya,ta milisame
Oniro itane, ta lisomonisame

Şarap içtim Galata'da, sarhoş oldum Pera'da
Bir kız sevdim Yedikule'de
Hoşça kal Meryem Ana, bu bir sohbetti,
Bir rüyaydı, unuttuk gitti.

(1) Çanakkale'de şehit olan doktor yüzbaşı. Mustafa Kemal'in silah arkadaşı. Mezar taşı Çanakkale Şehitliği 57. Alay Şehitleri bölümünde. İstiklal madalyası verilen ailesi Türkiye'den göçmek zorunda kaldı.

(2) 1923 yılında, Türk ve Yunan hükümeti tarafından imzalanan değişim anlaşması. Anadolu'daki 1 milyon 200 bin Rum'un, Yunanistan'a, Yunanistan'daki 500 bin Türk'ün Türkiye'ye gelmesi hadisesi.

(3) 1942 yılında alınan bir kararla, takdir komisyonlarının itiraz edilemeyen Varlık Vergileri tesbiti. Vergi borçlarının 15 gün gibi kısa bir zamanda ödenme zorunluluğu. Özellikle gayrimüslümleri hedef alan uygulama, binlerce iflas, ekonomik yıkım. Vergilerini ödemeyenler / ödeyemeyenlerin Aşkale çalışma kamplarına sürülmesi.

(4) 1955 yılında Atatürk'ün evine bomba atıldı haberiyle başlayan olaylar sonucu 3 bin 584'ü Rumlara ait olmak üzere 5 bin 538 ev ve işyerinin yağmalanması, 73 kilisenin tahrip edilmesi ya da yakılması, 200'e yakın tecavüz olayının tespiti. Bir Ortodoks papazın diri diri yakılması, mezarlıkların tahrip edilmesi. (Yıllar sonra,Yassıada Mahkemeleri sırasında Atatürk'ün evine bombayı atanın bir Türk istihbarat mensubu olduğu, bu kişinin de kolay terfilerle en yüksek idari makamlara kadar yükseldiği, daha sonra da sağcı gazetelerimizden birinde köşe yazarlığına başladığı ortaya çıktı.)

(5) 1963 yılında Kıbrıs'ta Türklere yapılan saldırılar üzerine, dönemin İnönü hükümetinin 1964 Kararnamesini çıkartması, Atatürk ve Venizelos'un 1930 imzaladığı "İkamet, ticaret ve seyrisefanin" anlaşmasının tek taraflı iptali. 12 bin 592 Yunan vatandaşı, onlara evlilik ve iş ilişkisiyla bağlanmış 18 bin Türk vatandaşı olmak üzere toplam 30 binin üzerindeki insan Türkiye'den sürülmesi.

(6) 1974 yılında, dönemin Ecevit Hükümeti'nin, Kıbrıs'taki gelişmelere müdahale etmek amacıyla, Ada'ya askeri harekat düzenlemesi. KKTC'nin doğumu.
Azim

Kolay değil, kayadan taş yapmak.
Tecrübe, keski, balyoz ve emek, bir araya gelerek.
Vurur kayaya, milim milim sertliğini ölçerek.
Kertilir yılların izi, kertilir kayanın sonsuz direnci.
Keski, balyozun hoyrat vuruşlarında, ezilir, yıpranır.
Vurdukça usta, kaya imana gelir.
İmana gelir ama taş vermez bağrından.
Usta vurur azimle, vurur, ebediyetin karnında kaya olmuş taşa.
Vurur, hatib eder gibi kuranı.
Bir kez, on kez, yüz kez, bin kez, vurur keskinin başına.
Gerekirse, yüzbin kez.
Tesllim olmaz, doğanın bu sağlam gücüne, vurur sabırla.
Azim, pes etmez bu uğraşta.
Sabırla arkadaş olunca.
Dayanamaz buna, kaya da taş da.
Vurur, kayanın ta ki takatı tükenene kadar.
İste o gün, üstün gelir insan evrene.
İşte o gün, pes eder kaya.
İnsan´ın demirle birleşen gücüne.
O gün, verir sabır meyvesini, armağan eder gibi.
Verir bağrından ustaya istediğini…

Adnan Cetin
Nürnberg Mayis 2009
Çekmece

Elimde kara kalem,
duygularımın ve düşüncelerimin sekreteri.
Çizer, yazar,
kendim yazıyorum sanar,
farketmeden beni.

Kâğıda dil verir kurşununu eriterek,
akları karaya çevirir, harf ardına harf dizerek.
Darp eder yeniyi beynimden fikirleri süzerek.
Arar doğruyu, aklın çekmecelerini bir bir çekerek.

Aklın çekmeceleri çoktur, yolları dolambaçlı…
İçindekileri bilen yoktur, hepsi sahibine ait,
yerleri sahibinden gizli saklı.
Pusulanın iki iğnesi ucunda ,
arar doğruyu, arar yanlışı.
Birbirine bakıyor doğru ve yanlış düşmanca.

Doğru ve yanlışa giden yolun yoktur dümeni,
kelimeleri önüne katıp süren bir çoban gibi,
çevirip çevirip bulsun dogru ekseni.
Renksemiyor renkleri, herşey siyah beyaz renkyuvarlarında,
açıyor karanlık çekmeceleri aşılmazlığın duvarlarında.

Namussuzun malıdır yazılı, namusun çekmecesinde.
Açıyor, namus beş para etmez yazılı,
namussuzun olmadığı yerde .
İğne deliğinden deve geçer mi?
yazıyor kapakta,çekmeceyi açıyor,
geçer, yeter ki delik deveden büyük olsun, diye yazıyor.
Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak…
Çekmece açılıyor, bir tabut içinde, kısa çöp yatıyor.
Başında, hakkını alamadan hakka kavuştu, diye yazıyor.
Seviyorum bu kalemi ucunu sivrilterek,
bilmediğim yerlere götüren beni,
aklın çekmecelerini yeniden dizerek.

Adnan Cetin
Nürnberg Mayis - 2009

19 Mayıs 2009 Salı

Masada

Küflü salaş bir meyhane,
Ayakları telle bağlı dört sandalye,
Ortada ahşap kurtlu bir masa,
Üzerinde bir şişe Rakı, bir paket de sigara...

Rüzgarla karışık balık kokusu dışarıda,
Dağınık saçlarıyla zeytin ağacı camın ardında,
Havada asılı gibi duran martılar çığlık çığlığa,
İçine deniz dolmuş sandallar kıyıda...

Tek başına boş sandalyelerin karşısında,
Çenem avucumda dirseğim masada,
Yeni yaktığım sigara sol elimin iki parmağında.
Aşçi garsona bakıyor, garson bana,
Ben de belki diye açık kapının aralığına...

Gıcırtılı bir sesle aniden açılınca kapı,
Kim olduğu fark etmez dedi içinden aşçı,
Garson da belli ki bekliyordu paralı iki yabancı,
Benim içinse hic fark etmez, sohbeti tatlı bir iki Rakı ortağı....

Gökhan Özkan
16.05.2009 Nürnberg
Yasaklarin altina hapsedildigini...

Kimileri kirksekiz dese de, bugün kirkyedi oldum.
Anlayacaginiz biraz daha degistim, eskidim.
Hayatdan bircok sey aldim,
Karsiliginda neredeyse yarim asir verdim.

Hayatin sirrini,
Haz aldigim mutluluklarin tekrarinda aramamayi,
Bugün yasadiklarimin nakaratlarini yarindan beklememeyi,
Umutlarimi gecmise hapsetmemeyi ögrendim...

Kabullendigim dogrularinin cokluguna aldanmamayi,
Bildiklerimi tekrarlamanin tembellestirdigini,
Kesin oldugunu sandigim dogrularin kapilarini kilitlememeyi,
Dogrularin icine gizlenmis yanlislari elemeyi de ögrendim...

Neleri dogru yaptigimla avunmamayi,
Yanlislarima sirt cevirmenin onlari yok etmeyecegini,
Yaptigim dogrularin sarhosluguna kapilmamayi,
Sadece yanlistan dogruyu bulabilecegimi kavradim.

Deneyimlerimi sahiplenip, onlarin klavuzlugunda yasamayi,
Fakat tecrübelerimden tabular yaratmamayi,
Onlar benim prensiplerim deyip, bir ömür hammaligini yapmamayi,
Inadin ve gururun insani yanilttigini da kavradim.

Bazen inanmayi, sadece inanmayi, ötesine bakmamayi,
Göremediklerimi, duyamadiklarimi ve dokunamadiklarimi yok saymamayi,
Yüregimin ve vicdanimin en derin mahzenlerine isik tutmayi,
O isigin aydinligiyla dogan sese kulak vermem gerektigini kabullendim.

Bilginin yollari gösterdigini, kapiyi ise yüregin ve vicdanin actigini,
Sadece inancin yetmedigini, bilginin de gerektigini,
Bilginin pesinde kosarken mutsuzluga da adim adim yaklastigimi,
Mutsuzlugun, bilginin icindeki zehirde gizlendigini de kabullendim.

Yarinin ne getireceginden kuskulanmamayi,
Gelecegin bilinmezliginden korkmamayi,
Dünü özleyip, bugünü sahiplenmenin ölüm oldugunu,
Sonunu tam kestiremesem de, yarina cesaretle yürümem gerektigini fark ettim.

Hayatin sadece bir macera, bir seyahat oldugunu,
Bütün sirrinin yasaklarin altina hapsedildigini,
Onlari özgür birakmak icin bir parca cesaret gerektigini,
Zamaninda cesur olmazsam, bir sansimin daha olmadigini da fark ettim.


Ögrendim, tatli bir tokatla, arada bir de acimasiz yumruklarla
Kavradim, minik bir tebessümle, bazen de unutulmaz kahkahalarla,
Kabullendim, kücük bir umutla, cok defa da yalvaran göz yaslariyla,
Fark ettim, hafif bir aciyla, kimi zaman da caresiz izdiraplarla...

Bazen kisik, bazen ciglik cigliga bir sesle,
Kirkyedi yillik uzun bir nefesle....

Gökhan Özkan
16.05.2009 Nürnberg

28 Nisan 2009 Salı

Adsız şiir

Cuma akşamı muhabbete odun gelir, tez yanarız.
Severim, cumada yanan muhabbetin közünü.
Isıtır içimi, taa özümü.
Kelimede kelam yok.
Ayırma kelam sahibinden gözünü.
Anlam bulacaksan o gözlerde bulursun ancak,
Her kelimede o kişinin özünü.
Aslan sütüyle muhabbet; demiri kor döver,
Muhabbet ateşinde, sıralanır kadehler,
Kimi kıl şarap, kimi Cumacı rakı içer,
Kadehler sıralarını şaşırınca.
Hepisinin, demir olur, kor olur, kabarır, göğsündeki yürek.
Akıl düğümlerini hafif hafif çözerek.
Doldur kadehleri niye içtiğini bilerek.
Açıldıkça açılır, kumaştan bir top gibi,
İpekten sözlerle…
Muhabbet , inerde iner derine.
Duygularımıza sakladığımız kelimeleri,
Bir bir çıkarır koyar yerine.
Birden hafifler bedenimiz, dalarız ödünç bir evrene.
Beraberliğe ayırdığımız zamanla, öderiz kirasını,
Kalırız biz bize.
Çözmek için evrenin sırlarını, şeytan gibi ineriz, yerin yedi kat dibine.
Paylaşmak için kozlarımızı, tanrılar gibi çıkarız, gökkubbenin yedi kat üstüne.
Şimdi doldur, bir kadeh de tanrılar için, bir de gelemeyenlere.
Muhabbetten nasip alamayan için, dök bir kadeh de yere.
Bir kadehle sönmez muhabbetin közü.
Sürerde sürer bulana kadar, ya sabahı, ya da kendindeki özü.

Cumaları en çok rakı içen, Cumacı Adnan